Güzel bir cumartesiyi geride bırakırken, bugün izlediğim 2 filmden bahsedeyim. Adventureland ve Sideways.
Plan yapmayı sevmiyorum, hatta Kaybedenler Kulübünden bir repliği şöyle değiştirebilirim: “ Prensip olarak plan yapmıyorum.” Bildiğim net bir şey var ki, yaptığım hiçbir plan tutmadı, hiç beklemediğim anlarda ise çok güzel şeyler yaşadım. İlk üniversite sınavına girdiğim sene, kafam güzelken sıralama yapmıştım ( kuzenle beraber) nasıl olsa iyi bir yere girerim diyordum içimden, en sona teyzemlere anlatırım diye Uludağ Üniversitesi Turizm Otelcilik (Yalova) yazmıştım. Evet, Turizm Otelciliği kazandım J)))) Okulu 1 senede bıraktım, 2. Sene sınavlara tekrar girdim, puan yarı yarıya düştüğünden boş geçtim. 3. Sene ise etrafımda ne duyan ne bilen birinin olduğu bir bölümü 4. Sıraya yazdım: Eğitim İletişimi ve Planlaması. İnanın hiçbirşey bilmiyordum bölümle ilgili, hiçbirşey. Sonuçlar açıklandığında annem bir heyecanla yanıma geldi. Suratımdaki tuhaf ifadeyi hemen anlar. Noldu dedi? Eğitim İletişimi ve Planlaması bölümü kazandığımı söylediğimde, o ne demek dedi? Bölümü bitirenler kütüphanelerde yer gösteriyor anne J))))) dedim, annem orda bayıldı…..ahahhaha…şaka şaka, ama kadın kalp krizi geçirecekti. Öyle bir bölüm ki, içinde eğitim, iletişim ve planlama barındırıyor ve ben o bölümdeyim. Sonuç, bölüm benden sonra 2 defa isim değiştirdi. Galiba son ismi İletişim Tasarımı gibi bir şey oldu. Eğitimden nefret ederim ( bunu anlatacağım sonra, hatırlatın), iletişim boyutum o zamanlar çok sınırlıydı ( Ortodoks Marksist ve dar çevrede yetiştiğimi söylemiştim sanırım) ve planlama, hala en sıkıldığım mevzudur kendisi. Ama hayatımın en güzel yıllarını geçirdim o dönem. Hayat böyle bir şey işte, ne olacağını kestirmen mümkün değil, plan yapmaktan da hep nefret ettim. (nasıl oğlak burcuyum ben ya, kendimi fıkralardaki dilenci olan bir Yahudi gibi hissettim şimdi)
Ne izleyim ne izleyim derken 2 tane karambole film seçtim. Adventureland ve Sideways. Gerçekçi olayım, bu filmler çıktığında bullshit dedim önce, hiç bilgim olmayan 2 film. İMDB’ ye ya da sözlüklere de bakmadım.
Adventureland 2009 yapımı. Amerikan yapımı gençlik filmi, liseli filmi be liseli filmi. Hikaye 87’de geçiyor, güzel yanı o. Güzel yanı derken, sanki ben de çocukluğumu 80’ler de Amerika’da yaşamışım gibi. Yeşilyurt’taydık canavarlar gibi J başrol elemanımız baştan orta hallinin üstündeyken, babası departman değiştiriyor ve durumlar kötüye gidiyor. Avrupa’da yaz tatili hayali kurarken, yaşadığı yerde bir lunaparkta çalışmaya başlıyor. Orda yaşadığı ilişkileri anlatan film, o dönem değerleri ile birlikte. E Rumble Fish ne kaldı aklında dersen, 90 doğumlu Kristen Stewart ( hatun into the wild da oynamış hatırlamıyorum, bir de Twilight zamazingosunda, izlemedim bilmiyorum) ve aşağıda izleyeceğiniz Don’ t Dream It’ s Over oldu. Hazır 80’ler gündemdeyken, vaktiniz varsa oturun izleyin derim. Filmdeki müzikler güzel, hikaye sizi lise yıllarınıza götürüyor…
Sideways ise 2004 yapımı Alexander Payne ( bkz: About Schmidt) filmi. Konu ise şarap ve looser bir abi. 2004 yılı filmlerine şöyle bir bakacak olursak: eternal sunshine of the spotless mind desem durumu anlarsınız herhalde. ( bu filmi de anlatacağım bir ara size, en güzel ve en kötü dönemlerimi hatırlamama neden olur kendileri) gözden kaçırmışız, en iyi uyarlama senaryo Oscarı almış bu film,( ben de sokayım oscarına, aslolan Venedik, Cannes, Sundance derim tabi) ama yine de iyiydi. Son 6 günde 5 gün şarap içtim, bu filmde eşlikçim bira ve viskiydi. Planlamadan neden nefret ettiğime güncel bir örnek olur umarım. Hangover filmlerinde nasıl elemanlar düğünden önce güzel bir gün geçirmek istiyorlar, burda da hikaye o. Eleman sayısı 2 ve elemanlarımız California’da şarap ve golf ile dolu 1 hafta geçirmek istiyorlar. Şarap üzerine çok güzel bir film olduğunu söyleyebilirim, çok öğretici. Başrol elemanımız Miles tam bir looser, 2 yıl önce eşinden boşanmış, kitap yazıyor fakat yayınlanmadığını öğreniyor. Bir hatuna aşık oluyor ama açılamamaktan muzdarip. Diğer elemanımız devreye giriyor, filan filan filan… Bu filmden öğrendiğimiz bilgiler ve repliklere gelirsek; kahramanımız Miles tam bir Pinot Noir hayranıdır ( şarapla ilgileniyorsan bilirsin), Maya ( hatunumuz) sorar, bu üzümün diğerlerinden farkı nedir?: "bilmem ki. zor yetişen bir üzüm, bildiğin gibi.. İnce kabuklu, hassas, erken olgunlaşan. Cabernet gibi dirençli her yerde yetişebilen, ihmal edilse de canlı kalan bir üzüm değil. Pinot sürekli ilgi ve dikkat ister ve gerçekten sadece dünyanın belirli küçük köşelerinde yetişebilir. Ve sadece en sabırlı ve anaç yetiştiriciler becerebilir bunu gerçekten, Pinot' nun en kırılgan, en hassas özelliklerini ortaya çıkarmayı. Sadece birisi potansiyelini hakikaten anlamaya zamanını adadığında Pinot tam ifadesini bulabilir. Ve bu olduğunda, tadları gezegendeki en aklı baştan alan, ve mükemmel, ve nüanslı, ve heyecan verici ve eski tadlarıdır."
Şarap hayat gibidir işte, bazen istediğiniz şarabı anlatırsınız bu sözcüklerle, bazen istediğiniz kadını…
Amerika’da 80’ lerde Merlot çok yaygınmış ve sevilirmiş arkadaşlar, sonradan bu değişmiş. Bununla ilgili de şöyle bir diyalog var filmimizde: (sözlükten aşıralım bu repliği) elemanlarımız akşam yemeği için hatunlarla buluşmadan önce, restorana girerken şöyle bir muhabbete dalarlar…
jack: look, if they want to drink merlot we are drinking merlot.
miles: no. if anybody orders merlot i'm leaving and i'm not drinking any fucking merlot
jack: ok, jesus, no merlot. did you bring your xanax?
miles: no. if anybody orders merlot i'm leaving and i'm not drinking any fucking merlot
jack: ok, jesus, no merlot. did you bring your xanax?
Şarap ve insanla ilgili güzel bir film. Sonu belirsiz filmleri seviyorum, seperation gibi, burada da belirsiz diyemeyiz ama ona benzer biten bir son var. Son tahlilde güzel bir film, en azından benim için…
Ne güzel şarkıydın sen be….
Grobellaar yazsana biraz................
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder