Bu Blogda Ara

26 Şubat 2012 Pazar

So - so ..... bu da geçer...

“Amerika hakkında sevmediğim şey, yüksek derecede kişisel tatminle karışık boş laf peşinde koşulması. Amerikalı menajerime nasılsın desem, bana ‘son derece iyiyim.’ diye yanıt verir. ‘okey’ ya da ‘iyi’ değil. ‘son derece iyi’ olmalıdır. Ben ‘son derece iyi’ değilim. Ben hiç de ‘iyi’ değilim. İngilizce bir deyiş kullanmak gerekirse ‘i’m so-so’ ”
Diyordu Kieslowski ölümünden 2 yıl sonra 98’de yayınlanan belgeselde. 
Son dönemde tekrardan film izlemeye başladım. Neredeyse her akşam bir ya da 2 tane film izlemeye çalışıyorum. 4 yıldır ne yaptığımı doğru dürüst bilmiyorum açıkçası. Gittiğim yol nereye çıkar, sonu var mı, doğru mu yanlış mı, kazanır mıyım kaybeder miyim? Sadece bilmiyorum…  andropoza giren erkek gibi sürekli bir şeylerin peşinden koşuyorum. Şarap diyorum, 3 ay sadece şarap içiyorum, şarap okuyorum, bir film de tekila görüyorum, 2 ay tekila içiyorum, tekila okuyorum, işe sarayım diyorum, 2 ay çok iyi gaza geliyorum, yalnız olmalıyım diyorum,5 ay yalnız takılıyorum, biri olmalı diyorum, dayanamıyorum ayrılıyorum. Bunun gibi birçok şey, sonu neye varır bilmiyorum. Galiba bilmek de istemiyorum. Belki sadece durmam gerekiyor, sadece durmak..hiçbirşey yapmamak, hiçbirşey…
Son 1 ay da nedendir bilinmez film izleme hastalığım geri döndü. Umarım kaybolmaz, kaybolmamalı. Çok keyif alıyorum bu durumdan..kitap okumaya da başladım tekrardan.. biraz bunlardan bahsedeyim bu sefer…
Son 1 ay da izlediğim ve şu an aklımda kalan filmler şunlar: Closer, Jodaeiye Nader Az Simin, Midnight in Paris, Tous les matins du monde, À bout de souffle, Annie Hall, Vicky Christina Barcelona, Safety Last, The Skin I Live In, The Motorcycle Diaries, Shakespeare in Love, Il Postino, I am So –So, Somewhere….
Neredeyse hepsini birden fazla izlediğim için, ilk defa izlediklerim hakkında yorum yapayım….

Jodaeiye Nader Az Simin, şahane bir film…2011 yapımı, Asghar Farhadi’nin… Nader’in babası rolünde Ali-Asghar Shahbazi ‘ye bayıldım.

The Skin I Live In – Almodovar filmi. Beğenmedim. Zorlama bir senaryo..

Somewhere . Sofia Coppola’nın filmini çok merak ediyordum. Venedik’te ödülde almıştı sanıyorum ama tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Çok klişe bir film.

Diğerlerini ise birden fazla izlemiştim. Woody Allen hastası olarak, Annie Hall’ı izlemeyen varsa hemen izlesin, Vicky Christina eğlenceli bir film, Midnight In Paris keyifli vakit geçirmek için, Tous les matins du monde 3 ay da bir tekrar izlenmesi gereken filmlerden vs vs.yazdıklarımdan izlemeyin diyeceğim bir film yok, hepsini izleyin siz..

Şarap konusunda uzmanlaşmaya çalışıyorum. En az 5 yıl hedef koydum kendime, Wine of Master olamasam da , gönüllerin şampiyonu olucam bu konuda. Enteresan birkaç bilgi vereyim sizlere şarap konusunda, okuduklarımdan…

Rothschild ailesi meşhurdur. Yüzyıllardır dünyayı yöneten ailelerden biridir diye geçer literatürde. Sosyalist biri olarak, pek değer vermem bu efsanelere. İşçiler birleşir yıkar geçer efsaneleri. Neyse konumuz o değil şimdilik. Bu ailenin şarapları meşhur. Baron Philippe de Rothschild, 2. Dünya Savaşının bitişini, Chateau (Şato) Mouton – Rothschild için resimli bir etiket siparişi vererek kutlamış. Daha sonra bu olay gelenekselleşmiş ve her yıl devam etmiş. Bu etikete katkıda bulunan ünlüler şunlar : Salvador Dali, Joan Miro, Marc Chagall, Wassilly Kandinsky, Pablo Picasso, Andy Warhol, Francis Bacon…..

  Motorsikletin ehliyeti için az bir süre kaldı. Mart ortalarında ehliyetim gelir, başlarım resmi turlara..o zaman fotoğraflı seyahatlere de başlarız ve sizlerle paylaşırız.

Müzikleri paylaşmaya devam ediyoruz zaten…

4 yıl öncesinde canım çok sıkkınken, şöyle bir hikayeye rastlamıştım. Hikaye işte, sana göre saçma olabilir ama o dönem beni baya bi rahatlatmıştı hocam..

“Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır...
Karşısına çıkan insanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatacak yer verecek birileri olup olmadığını sorar...


Köylüler, derviş' e, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söylerler ve Rumble diye birinin çiftliğini tarif edip, oraya gitmesini salık verirler... Derviş yola koyulur, yolda birkaç köylüye daha rastlar...


Onların anlattıklarından, Rumble 'in, o yörenin en zengin kişilerinden biri olduğunu öğrenir... Bölgedeki ikinci zengin ise, Haddad isimli bir başka çiftlik sahibidir... Derviş, Rumble' in çiftliğine varır... Çok iyi karşılanır...


İyi misafir edilir, yer, içer ve dinlenir... Rumble da, ailesi de hem misafirperver hem de gönülleri zengin insanlardır... Sonra tekrar yola koyulma zamanı gelir ve Derviş Rumble 'a ve ailesine teşekkür ederken, "böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret." der... Rumble 'dan ise şöyle bir yanıt alır: "hiç bir şey olduğu gibi kalmaz... Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir... Bu da geçer...".


Derviş, Rumble 'ın çiftliğinden ayrıldıktan sonra, bu yanıt üzerine uzun uzun düşünür... Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Derviş'in yolu yine aynı yöreye düşer... Rumble' a uğrayıp, ziyaret etmek ister...

 
Yolda karşılaştığı köylülerle konuşurken, köylüler:" haaaa o Rumble mı?.. o iyice fakirleşti,  şimdi Haddad' ın yanında çalışıyor..." derler. Derviş, hemen Haddad'ın çiftliğine gider... Rumble' ı bulur... Eski dostu yaşlanmıştır... Üzerinde eski püskü giysiler vardır... Geçen süre içindeki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi barkı yıkılmıştır... Toprakları da işlenemez hale geldiği için, tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak zorunda kalmıştır... Bu süre zarfında Rumble ve ailesi, Haddad'a hizmetkârlık yapmaktadırlar... Rumble,Derviş'i, bu kez son derece mütevazı olan evinde misafir eder... Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır...
Derviş, vedalaşırken, Rumble' a olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Rumble 'dan şu yanıtı alır: "Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş, gezmeye devam eder ve aradan uzun yıllar geçtikten sonra, yolu yine aynı bölgeye düşer... Öğrendiklerinden şaşkına döner... Bir süre önce ölen Haddad, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu Rumble ' a bırakmıştır... Rumble, Haddad'ın konağında oturmaktadır... Kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insani olmuştur... Derviş, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine ayni yanıtı alır: "bu da geçer..."

Birkaç yıl sonra Derviş yine Rumble' ı arar... Ona bir tepe gösterirler... Tepede Rumble' ın mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır: "bu da geçer".

 
Derviş, üzgün bir şekilde, "allah allah, ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider...
Ertesi yıl, Derviş, Rumble 'ın mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıklarda mezar falan kalmamıştır... Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Rumble 'ın mezarından geriye hiç eser kalmamıştır...
O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister... Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını, tembelliğe düşmesini önleyecektir...
Hiç kimse, sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapmayı başaramaz... Sultanın adamları bir gün bilge Derviş’i bulurlar, yardım isterler... Sultan yüzüğe fena halde takmıştır...
Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazar...
Kısa bir süre sonra, yüzük sultana sunulur... Sultan önceleri hiçbir anlam veremez; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu... Sonra üzerindeki yazıya takılır gözü... Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır...
Büyük bir mutluluk ışığı parlar gözlerinde... Sonunda tam da istediği gibi bir yüzüğü olmuştur...
Yüzüğün üzerindeki yazı mı?

Şu yazılıdır yüzüğün üzerinde: "bu da geçer".

4 yıl içinde neler oldu neler yaşandı arada sayıklarım hala, dert etme Rumble, bu da geçer :):):) Derviş de ne boş beleş adammış ya :))))ye, iç, gez, Rumble her seferinde ders versin sana...


Son söz ise Hegel’den : “Minerva' nın baykuşu ,ancak gün batarken uçmaya başlar."
Bu sözün anlamını da siz düşünün…

Ben nasıl mıyım? Kieslowski’nin dediği gibi so – so….


1 yorum:

  1. Film izlemeye tekrar başladığına göre welcome to the club diyorum o zaman. Madem onları izledin monsoon wedding,37°2 le matin,l'annee derniere a marienbad ve hatta orange love tam senlik filmler.Bul izle. Orange love konusunda şüphelerim var gerçi ama olsun,filmi sevmesen bile görüntü yönetmenini seversin.Ben öyle yaptım sanırım.

    Şarap gurmesi olma çabalarını destekliyorum,closer'a da söyleyecek bi şey bulamadım, Alice söylesin;

    ... where is this love? i can't see it, i can't touch it. i can't feel it. i can hear it. i can hear some words, but i can't do anything with your easy words ...

    Berrin.

    YanıtlaSil