"Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen ve yalnız kendi postuna özen göstermen yeterli." diyordu Marx. Sanırım hiçbir farkım kalmadı bu tanımdan. İstanbul – İzmir hattında can çekişen ruhum çok yorgun. Kafam hep dalgın. Bir şeyler yapmak istiyorum ama prangalar rahat bırakmıyor. Uyuşturup duruyorum kendimi içkiyle. 11 ay keyifli, 1 ay keyifsiz geçirmeye alıştı organizmam galiba. İstediklerimi yapamamanın, sevdiklerimi mutlu edememenin sancıları olduğunu düşünüyorum. Düşünüyor muyum? Sayıklıyor muyum? Onu da bilmiyorum ya. Efes’e gitmenin zamanı geldi sanırım.
Sevgililer günü geçti; yazı yok.
Evleniyorum; yazı yok.
Drogba, Sneider geldi; yazı yok.
Schalke’yi eledik; yazı yok.
Nadal kortlara geri döndü; yazı yok.
Del Potro ile final oynadılar Indıan Wells’te; yazı yok.
İmralı görüşmeleri başladı; yazı yok.
Chavez öldü; yazı yok.
Blogda arabesk kültür aldı başını yürüdü; yazı yok. ( The Saint canımsınJ )
Kardeşim evlendi; yazı yok.
Grobellaar’ın kız arkadaşı var, birlikte yemek yedik; yazı yok.
İstanbul Modern’de Haneke günleri vardı, bütün filmleri gösterildi, üstüne şahane bir söyleşi vardı, gidemedim.
Burak Şentürk müthiş bir Beach House kısa filmi yayınladı blogda, 2 satır yazı yazamadım.
Büyük şehirlerde herkes bir şekilde mutsuz. Herkesin tek derdi bir yere yetişmek. İşe yetişmek, eve yetişmek, randevuya yetişmek, konsere yetişmek, yemeğe yetişmek. Zaman kavramını önemsiyorum, yaşamaktan keyif alabilmenin temel unsuru, zamanı yönetebilmek, zamana ayak uydurmak değil. İkincisini yapmaya çalıştığında, yaptıklarından keyif almadan, yapmak adına birşeyler yapıyorsun. Karnını doyurmak adına yemek yemeye başlıyorsun, güzel bir yemeğin hazzını yaşayabilmek için değil. Sinemaya gitmiş olmak adına film izliyorsun, sana yeni kapılar açabilecek unsurları düşünmeden. Kafan güzel olsun diye içki içiyorsun, yaşadığın kafa karışıklığını silmek adına. Böylece benim gibi hımbılın teki olup çıkıyorsun işte.
Kent denilen şey niye kurulmuştu? Üretim eskiden merkezdeydi, kent yaşamını oluşturan evler, cafeler, restoranlar ve diğer sosyal yaşamın ana unsurları merkezde olmak durumundaydı. Günümüzde ise merkezde üretim filan kalmadı, hepsi şehir merkezlerinin dışında, evler de merkez dışına çıktı. Gündüz Vassaf diyordu, “ bir şehir merkezinde mekanlar gece niye kapanır, 24 saat yaşamaz mı büyük şehirler? Ama bakıyorsunuz, belli bir saatten sonra her yer kapalı? Okullar ( mekan olarak düşünün; koca binalar eğitim dışında hiçbir işlevi yok) 6 ay kapalı kalıyor nerdeyse? Böyle bir durum kabul edilebilir mi? “ Üstüne basa basa söylemeye devam ediyorum. Kapitalizmin ( nasıl Ortodoks Marksistim hala J ) insanları atomize eden, şehir merkezinden uzaklaştırıp kapsül evlere tıkmaya çalıştıran, sosyal medya araçlarıyla ( twitter, facebook, instagram, mail, msn ) sosyalleştiğini sanan, birşeyler ürettiğini zanneden insanlar ( bu blogda yazarak birşeyler yaptığını sanan ben gibi mesela) olduk çıktık. Çözüm üretmek adına ise benim yaptığım şu; durum tespiti yapma konusunda bir sıkıtım yok kendimce ama hadi oğlum bırak şu yaptığın işleri, defol git köy hayatına, en azından sistemi kendi içinde yeniden üretme diyebilme noktasında cesaret sıfır. Kısır döngü bu işte, bazı insanlar şans oyunlarından para kazanma hayali kurar, bazıları belli miktarda para kazandıktan sonra Ege’ de sahil kasabasına taşınma hayali kurar. insanların hayalleri bile aynılaşmaya başladıysa, kork derim.
Adamlar ekosistem ile ilgili bir uydu merkez kuruyorlar, ( yani bir çiftliğin olduğunu düşün, o çiftlikte dünyanın herhangi bir yerinden biri gelip yapabildiği şeyleri yapıyor, bunun karşılığında barınma ve yemek ihtiyacını karşılıyor) bunu çıkıp televizyonda anlatarak bunu da sistemin tüketebileceği bir meta haline getiriyor. Problem burada işte, yaptığın ya da yapabileceğin bir farklılığı meta haline getirmekten kaçınmak gerekiyor. Walter Benjamin’in Pasajlar eserinde anlatmaya çalıştığı bu değil miydi? Önemli olan “biricik olan” dır. ( bu çevirme de hocam Ahmet Cemal’in dir. ( Hermann Brouch’un çevrilemez denen eseri Vergilius’un Ölümü’nü çeviren efsane hocam) Biricik olan değerlidir. Bu biricikliği meta haline getirmek ya da getirmeye çalışmak onun sıradanlaşmasının kaçınılmaz unsurudur. 20. Yüzyılın en önemli sanat eseri Marcel Duchamp’ın Pisuar adlı çalışmasıydı bazılarına göre. Ne yapmaya çalışmıştı Duchamp? ( Google’da aratın bakın derim) Geçenlerde enteresan bir aşçıyı izledim mesela. Fransa’da Dünyanın en iyi yemek tarihi kitabı ödülünü alan Ömür Akkor. Selçuklu yemeklerini araştırıp hikayeleştirerek anlatma yolunu seçmiş Akkor. Çok da güzel bir anlatımı var. Kendisini biraz araştırınca görüyorsunuz, bu noktaya gelebilmek adına verdiği çabanın karşılığını nasıl alabiliyor insan.
Güzel bir şişe şarap içmek içmek istiyorummmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm……………
Sevgilimi de çok seviyorum J İyi ki var… Mutsuzum ama en azından umudum var. Bunun da sebebi o..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder